Eminim sizde “konfor alanı” kavramını son zamanlarda en az bir kere duymuşsunuzdur. Stres yönetiminin, “konfor alanı, risk alanı, optimum performans alanı” gibi tabirler yardımıyla daha net izahatı yapılarak insan ve kurum gelişimine katkısı üzerinde durulmuş bir yazı. Okumakta fayda var… [i.a.]
Tahmin ediyorum ki geçen gün akşam yemeği yerken mutfak masasında yine aynı sandalyeye oturdunuz. Sonra bir şeyler seyretmek için salona geçtiniz ve orada da aynı koltuğu veya aynı kanepeyi tercih ettiniz. Bununla da kalmadınız. Geçen gün ofisinizde kendinize bir kahve yapmak istediniz ve bardakların olduğu dolaba gittiniz. Ancak; o da ne? Dolapta o en sevdiğiniz kupanızı bulamadınız ve farklı bir kupa kullanmanızın kahvenin tadını değiştirmeyeceğini bilmenize rağmen kendinizi rahatsız hissettiniz. Hatta kendi kupanızı bulmak için etrafa biraz daha bakındınız.
Nereden mi biliyorum?
Çünkü hepimiz insanız ve hayatımız boyunca bilinçsiz de olsa kendimize sayısız konfor alanı yaratmaya çalışıyoruz. Peki sizce bu eğilimimiz çalıştığımız ortamı etkiliyor mu?
Konfor alanı kavramı ve firmalar/departmanlar/markalar
Son günlerde popülerliği artan “konfor alanı” konusunun yerine göre farklı anlamlarda kullanılabildiğini görüyoruz. Yine de şunu unutmamak lazım; konfor alanı bilimsel bir kavram ve aslında şu anlama geliyor:
“İnsanın kendini halihazırda aşina hissettiği bir ortamda, her şeyi kontrol edebildiği yanılgısına düştüğü ve kendini rahat hissettiği psikolojik evre.”
İnsanlık tarihinde konfor alanı kavramına ilk değinen ve farkındalık yaratan kişinin Platon olduğunu görüyoruz. Büyük düşünür, Devlet adlı eserindeki Mağara Alegorisi’nde doğdukları andan itibaren bir mağarada mahkûm edilen insanlardan bahsediyor. Bu insanlar, yüzleri mağaranın duvarına bakacak şekilde zincirleniyorlar. Öyle bir zincirleniyorlar ki, başlarını hiçbir yöne hareket ettiremiyorlar. Hatta, yanı başlarındaki diğer mahkûmları bile fark edemiyorlar. Görebildikleri şeyler mağara duvarındaki gölgelerden öteye geçemiyor. Sonuç olarak, tüm algıları bunlarla sınırlı kalıyor ve dünyanın bu görüntülerden ibaret olduğuna inanıyorlar. Gün geliyor, mahkûmlardan biri zincirlerini kırmayı başarıyor ve ürkerek mağaranın çıkışına doğru ilerliyor. Yıllarca karanlığa alışmış gözleri gün ışığında öyle bir kamaşıyor ki, büyük bir acıyla gözlerini kapatıyor. Gözlerini açtığında ise, bu sefer zihnindeki zincirleri kırıyor. Zira, dışarıda bambaşka bir hayat olduğunu deneyimliyor.
Bu hikâye bireye odaklanan bir bakış açısıyla kaleme alınmış olsa da, biz aynı durumun firmalar, departmanlar ve markalar (bu yazıda tümü organizasyonlar olarak anılacaktır) için de geçerli olduğunu iddia ediyoruz. Bunun iki nedeni var:
- İnsan; farklı kimliklere bürünüyor olsa da, evde de işte de insan. Diğer bir deyişle, evinde yemek yerken hep aynı sandalyeyi seçen davranış biçimi farklı formlarda iş hayatında da kendini gösterebiliyor.
- Firmalar insanlardan oluşuyor. Bu nedenle, ister istemez her organizasyonun çalışanlarından beslenen kendine özgü bir konfor alanı var.
Konfor alanı dışında bizleri neler bekliyor?
Konfor alanlarımız alışkanlıklarımızı, kontrol edebildiğimiz bir ortamı ve monotonluğu temsil ediyor. Bu alanın dışında da daha önceden tecrübe etmediğimiz yenilikler bulunuyor.
Fakat, konfor alanlarımızın dışına çıkmak tahmin edildiğinden daha meşakkatli bir süreç. Zira, kendimizi güvende ve rahat hissettiğimiz o bölgeden çıktığımızda “stres” ile yüzleşiyoruz. Bu hoş bir durum gibi gelmeyebilir. Sonuçta bu kelime, günlük kullanım alanları nedeniyle kafalarımızda negatif anlamlar yaratabiliyor ve her insan hayatındaki stres oranını azaltmayı hedefliyor.
Ama, size güzel bir haberim var: Stres, sanıldığı kadar korkutucu değil.
Bakın, Wikipedia bilimsel bir kavram olan stresi nasıl tanımlıyor: Bizleri psikolojik veya fiziksel olarak zorlayan bir duruma vücudumuzun tepki verme yöntemi. Diğer bir deyişle, bir kişi veya organizasyon üzerinde stres hissediyorsa bir meydan okumayla ya da problemle karşı karşıya kalmış demek oluyor. Dünya tarihine baktığımızda, hayatımızda yer eden en önemli buluşların veya yenilikçi çözümlerin bu gibi problemlerin çözülmesi amacıyla ortaya çıktığını görebiliyoruz. Yani, stres; gelişimi ve değişimi beraberinde getirebiliyor. Kısaca, stres; genel teamülün aksine her zaman kötü sonuçlar doğurmuyor.
Bunu, yapılan sayısız araştırma da destekliyor. Örneğin, 1907 yılında Amerikalı psikolog Robert Mearns Yerkes tarafından gerçekleştirilen bir çalışma belli derecedeki stresin performansımızı artırdığını, bu oranın yükselmesi durumunda ise performansımızın düşmeye başladığını gösteriyor. 2009 yılında ise White, doğru derecede stresin insanları optimal performans seviyesine taşıdığını vurguluyor. Özet olarak, doğru seviyede stresin negatif etkileri olmadığını, tam aksine performansımızı artırdığını görüyoruz. Ancak, bu oranın çok yükselmesi durumunda ise başarımlarımız düşüş gösteriyor ve bizleri bu kavramın yıkıcı etkileriyle yüz yüze getirebiliyor.
Aslında, tüm bu konular yukarıdaki görselin aksine, konfor alanlarımızın dışında bizleri her zaman güzelliklerin beklemediğinin altını çiziyor ve bu kavramın modern psikolojide de kabul edildiği gibi 3 fazdan oluştuğunu gösteriyor:
- Konfor Alanı: Minimum stres, rahatlık ve durağanlığın hüküm sürdüğü evre.
- Optimum Performans Alanı: Doğru derecede stres nedeniyle, performansın arttığı, gelişimin, hareketin ve heyecanın olduğu evre. Biz bu bölgeyi “Sihirli Alan” olarak adlandırıyoruz.
- Tehlikeli Alan: Yüksek derecede stres ve kaygının hüküm sürdüğü, bocalamanın ve kararsızlığın kendini gösterdiği kaygı evresi. Biz bu bölgeyi “Felç Alanı” olarak adlandırıyoruz.
Sonuç olarak; nasıl bir insan konfor alanının dışına çıkabiliyorsa, onların oluşturduğu organizasyonlar da söz konusu güven çemberinin dışına adım atabiliyor ve yepyeni değerlerle tanışabiliyor. Ancak, bu sürecin doğru analiz edilmesi ve yapılandırılması gerekiyor. Aksi takdirde, söz konusu organizasyon yüksek ve yıkıcı derecede strese maruz kalıp tehlike alanına adım atabiliyor.
Bir vaka çalışması
Gelin bunu bir örnek üzerinden inceleyelim. Bir projemizde, sektöründe yıllardır lider olan bir iş ortağımıza çözümler sunuyorduk. Rekabeti incelediğimizde rakip paylarının da yıllardır benzer seviyede ilerlediğini gördük. Stabil bir pazar söz konusuydu. Diğer yandan, müşterimizin stratejik çalışmalarında pazar payı artırmaya yönelik birçok yenilikçi projenin bulunduğunu fark ettik. İş ortağımız, mevcut durumla yetinmeyip sektöre yenilikler getirmek ve liderliğini perçinlemek istiyordu. Lakin, söz konusu projelerde gecikmeler yaşanıyor ve yapılan yatırımların karşılığı alınamıyordu. Diğer operasyonel ve gündelik işler planlandığı gibi yürürken, yenilikçi projelerde bir durağanlık söz konusuydu. Biz de bu noktada devreye girdik ve detaylı bir çalışma yaptık. Kâğıt üzerinde çalışılan projelerde bir problem gözükmüyordu. Ancak, yaptığımız birebir görüşmeler sonrasında, ekibin geçmiş tecrübelerden beslenen ortak bir kaygısı olduğu ortaya çıkmıştı. Geçmiş yıllarda benzer bir motivasyonla yenilikçi çalışmalar yapılmıştı. Proje başarısız olunca da, kurumda çok da rastlanmayan bir olay olmuştu ve bu süreçte görev alan iki kişinin işine son verilmişti.
Özetle durum şöyle yorumlanabilirdi; rekabetin yüksek olmadığı pazarda yıllardır liderliği elinde bulundurma konusu firma için büyük bir konfor alanıydı. Diğer yandan; geçmişte yaşanan kötü tecrübeler de yenilikçi projelerde görev alan ekiplerin yüksek derecede stres yaşamasına sebep oluyordu ve onları “tehlikeli alan”a çıkarıyordu. Ekip üyeleri de birçok insanın yapabileceği gibi konfor alanını terk etmek istemiyordu. Günlük operasyonun yoğunluğu gibi konular öne sürülerek yeni projeler öteleniyordu. Bu noktada, söz konusu ekiplerin stres seviyesinin makul seviyeye düşürülmesi ve optimum performans alanına çekilmeleri gerekiyordu. Yaptığımız çalışmalar sonunda doğru zemin hazırlandı ve bahsi geçen projeler bugün hayata geçti.
Bu örnek sizlere aşina gelmiş olabilir. Çalıştığınız şirkette veya yönettiğiniz ekiplerde benzer tecrübeler yaşıyor olabilirsiniz. Bu çok normal. Sizi temin ederim, insanın olduğu her ortamda bu gibi davranışlar ya da eğilimler her zaman oluyor. Önemli olan, bu konudaki farkındalığın artması. Önemli olan, evinde yemek yerken bile hep aynı sandalyeyi kullanmayı tercih eden insanın, iş hayatında nasıl benzer davranışlar sergilediğini kendine sorması. Söz konusu cevapları kendisine verdikten sonra da, sistematik şekilde o güven çemberinin dışına adım atabilmesi…
Unutmayın; konfor alanınızın dışına çıkmazsanız değişemezsiniz. Değişemezseniz, geleceğin parçası olamazsınız.
Gelin bugün, kendiniz ve organizasyonunuz için bir iyilik yapın. Platon’un mağara olarak metaforlaştırdığı konfor alanınızdan çıkın ve geleceğin izleyicisi değil, geleceğe yön veren olun.